Dünyâ, bir imtihân mekânı olduğundan, insanların iyiliğe de kötülüğe de meyil ve istîdâdı vardır. Bu istîdâdların hangisi teşvîk, tahrîk ve takviye olunup inkişâf ettirilirse, insan şahsiyeti ona göre bir hüviyet kazanır.
Bir kimsenin, hiç de mecbûr olmadığı hâlde, karşısındakine bir bardak su ik­râm etmesi, bir teşekkür borcu doğurur ki, bu da insânî ve vicdânî bir vecîbe kabûl edilir. Aslında bu ölçü, bize Cenâb-ı Hakk'ın sayısız nîmetleri karşısında nasıl bir minnettarlık ve şükür hissi içinde yaşamamız gerektiğini hatırlatır. Hâl böyleyken, bir insanın, fıtratında bulunan cehâlet, şehvet, kibir, gurur, hırs, cimrilik, hased, is­raf ve öfke gibi mezmum sıfatlara temâyül ederek, kısaca nefse tâbî olarak ilâhî nîmetler karşısında nan­körlük etmesi, onun sâhib olduğu fıtrî şerefe gölge düşüren büyük bir aldanıştır.
İnsanoğlu, nefsânî arzularına mağlûb olduğu ve îmânın feyz parıltılarını kaybettiği zaman günâha meyleder. Vicdanlarda ahlâkî destek azalınca, ince düşünüş ve rûhî derinlik de kaybolur. İstikâmet sâhibi olma yolunda ciddî bir zaaf ortaya çıkar. Günahlar, tatlı bir mûsikî gibi nefslere hoş gelir ve âdeta vebâlinin ağırlığı hissedilmeden işlenebilir.
İnsanın dünyâya gâfilâne temâyülü neticesinde işlediği günahlar, onun insanlık şeref ve haysiye­tini de zedeler. Bu durum, rûhların günah karanlığı ile kirletilmesine sebep olur.
Hâlbuki insanoğlu, mâsumluğunun saf râyihası içinde doğar ve cihâna tertemiz olarak gelir. Din de bu fıtrî temizliği korumak için Allâh tarafından insana verilen bir lutuf ve mer­hamet tecellîsidir. Dolayısıyla kul, bu iki sâik sâyesinde gaflet perdelerini aralayabi­lirse, işlediği cürmün ağırlığını vicdânında hisseder. Onun iç âleminde saklı bulunan fazîlet hisleri uyanır. Kalbi büyük bir nedâmetle için için yanar ve ılık gözyaşlarıyla Rabbine gönlünü açar. İşte bu yanış ve pişmanlık “tevbe” dir. Ardından af dilemek için Rabbe açılan ellerin sâikı olan kalblerden taşan niyâzlar da “istiğfâr” dır.
***
Allâh - celle celâlühû-, kulun nedâmetinden, tevbesinden, istiğfârından hoşla­nır. Çünkü O, “Rahmân” ve “Rahîm” 1 esmâsının sâhibidir ve:
“…Şunu iyi bilin ki, Allâh, çokça tevbe edenleri ve çok çok temizlenenleri sever.” (el-Bakara, 222) buyurmuştur.
Allâh Teâlâ'nın kullarına olan şefkat ve merhameti, bir annenin yavrusuna olan merhametinden hiç şüphesiz çok daha fazladır. O, kullarına gazab etmek istemez. Lâkin kul, nankörlükte ve zulümde ısrar ederse, cezâyı hak etmiş olur. O'nun Rahmân ve Rahîm esmâsının muktezâsı olarak rahmeti, gazabından çok daha fazladır. Nitekim şu hadîs-i şerifte kulların tevbe ve istiğfârı karşısında Allâh Teâlâ'nın rızâsı ve memnûniyeti ne güzel dile getirilmiştir:
“Herhangi birinizin tevbe etmesinden dolayı Allâh Teâlâ'nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları netice vermeyince deveyi bulma ümidini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken yanına devesinin geldiğini görerek yularına yapışan ve aşırı derecede sevincinden ne söylediğinin farkında olmayarak şaşkınlıkla:
«–Allâh'ım! Sen benim kulumsun; ben de senin rabbinim.» diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.” (Müslim, Tevbe, 7; Tirmizî, Kıyâmet, 49)
O'nun rahmeti her şeyi ihâta etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak;
“…Rahmetim her şeyi kuşatmıştır…” (el-A'râf, 156) buyurarak kullarına olan merhametinin enginliğini beyân etmiştir. Bu hakîkati ifâde etmek üzere Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir hadîs-i kudsîde Allâh Teâlâ'nın:
“Rahmetim gerçekten gazâbımı geçmiştir!” buyurduğunu bildirir. (Buhârî, Tevhîd, 15)
Bundan dolayı bütün peygamberler, ümmet­lerini dâimâ tevbe ve istiğfâra dâvet etmişlerdir.
Peygamberler dışında hiçbir insan, beşerî husûsiyetleri itibâriyle mâsum değil­dir; az veya çok günah işlemekle karşı karşıyadır. Bundan dolayı, Kur'ân-ı Kerîm'de günahlardan arınmanın bir ifâdesi olan “Tevbe” isminde müstakil bir sûre mevcuttur. “Tevbe” kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de seksen küsur yerde geçer. Yine Allâh Teâlâ'nın günahları bağışlayacağını ifâde eden yüzlerce kelimenin yanısıra özellikle “Gafûr” ism-i şerîfi doksan iki defâ, “Gaffâr” ism-i şerîfi beş yerde tekrarlanmakta, “Gâfir” ism-i şerîf de bir defa zikredilmektedir. Bütün bunlar tevbenin ehemmiyetini ve Cenâb-ı Hak tarafından kabul edileceğini göstermekle birlikte kulları tevbe ve istiğfara teşvîk etmektedir.
Kulun, günâhının hattâ gafletinin suç olduğunu bilmesi bir irfân, Rabbinden af dilemesi de bir vicdân borcudur. Günâhın bir suç olduğunu bilememe ve ondan dönmenin lüzûmunu idrâk edememe gafleti, -Allâh muhâfaza buyursun- kalbin iflâsı ve cehennem yolculuğunun alâmetidir. Allâh Teâlâ böyleleri hakkında şu acıklı tehditte bulunmaktadır:
“...Kim ki tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir!” (el-Hucurât, 11)
Bir kimsenin, hiç de mecbûr olmadığı hâlde, karşısındakine bir bardak su ik­râm etmesi, bir teşekkür borcu doğurur ki, bu da insânî ve vicdânî bir vecîbe kabûl edilir. Aslında bu ölçü, bize Cenâb-ı Hakk'ın sayısız nîmetleri karşısında nasıl bir minnettarlık ve şükür hissi içinde yaşamamız gerektiğini hatırlatır. Hâl böyleyken, bir insanın, fıtratında bulunan cehâlet, şehvet, kibir, gurur, hırs, cimrilik, hased, is­raf ve öfke gibi mezmum sıfatlara temâyül ederek, kısaca nefse tâbî olarak ilâhî nîmetler karşısında nan­körlük etmesi, onun sâhib olduğu fıtrî şerefe gölge düşüren büyük bir aldanıştır.
İnsanoğlu, nefsânî arzularına mağlûb olduğu ve îmânın feyz parıltılarını kaybettiği zaman günâha meyleder. Vicdanlarda ahlâkî destek azalınca, ince düşünüş ve rûhî derinlik de kaybolur. İstikâmet sâhibi olma yolunda ciddî bir zaaf ortaya çıkar. Günahlar, tatlı bir mûsikî gibi nefslere hoş gelir ve âdeta vebâlinin ağırlığı hissedilmeden işlenebilir.
İnsanın dünyâya gâfilâne temâyülü neticesinde işlediği günahlar, onun insanlık şeref ve haysiye­tini de zedeler. Bu durum, rûhların günah karanlığı ile kirletilmesine sebep olur.
Hâlbuki insanoğlu, mâsumluğunun saf râyihası içinde doğar ve cihâna tertemiz olarak gelir. Din de bu fıtrî temizliği korumak için Allâh tarafından insana verilen bir lutuf ve mer­hamet tecellîsidir. Dolayısıyla kul, bu iki sâik sâyesinde gaflet perdelerini aralayabi­lirse, işlediği cürmün ağırlığını vicdânında hisseder. Onun iç âleminde saklı bulunan fazîlet hisleri uyanır. Kalbi büyük bir nedâmetle için için yanar ve ılık gözyaşlarıyla Rabbine gönlünü açar. İşte bu yanış ve pişmanlık “tevbe” dir. Ardından af dilemek için Rabbe açılan ellerin sâikı olan kalblerden taşan niyâzlar da “istiğfâr” dır.
***
Allâh - celle celâlühû-, kulun nedâmetinden, tevbesinden, istiğfârından hoşla­nır. Çünkü O, “Rahmân” ve “Rahîm” 1 esmâsının sâhibidir ve:
“…Şunu iyi bilin ki, Allâh, çokça tevbe edenleri ve çok çok temizlenenleri sever.” (el-Bakara, 222) buyurmuştur.
Allâh Teâlâ'nın kullarına olan şefkat ve merhameti, bir annenin yavrusuna olan merhametinden hiç şüphesiz çok daha fazladır. O, kullarına gazab etmek istemez. Lâkin kul, nankörlükte ve zulümde ısrar ederse, cezâyı hak etmiş olur. O'nun Rahmân ve Rahîm esmâsının muktezâsı olarak rahmeti, gazabından çok daha fazladır. Nitekim şu hadîs-i şerifte kulların tevbe ve istiğfârı karşısında Allâh Teâlâ'nın rızâsı ve memnûniyeti ne güzel dile getirilmiştir:
“Herhangi birinizin tevbe etmesinden dolayı Allâh Teâlâ'nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları netice vermeyince deveyi bulma ümidini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken yanına devesinin geldiğini görerek yularına yapışan ve aşırı derecede sevincinden ne söylediğinin farkında olmayarak şaşkınlıkla:
«–Allâh'ım! Sen benim kulumsun; ben de senin rabbinim.» diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.” (Müslim, Tevbe, 7; Tirmizî, Kıyâmet, 49)
O'nun rahmeti her şeyi ihâta etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak;
“…Rahmetim her şeyi kuşatmıştır…” (el-A'râf, 156) buyurarak kullarına olan merhametinin enginliğini beyân etmiştir. Bu hakîkati ifâde etmek üzere Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir hadîs-i kudsîde Allâh Teâlâ'nın:
“Rahmetim gerçekten gazâbımı geçmiştir!” buyurduğunu bildirir. (Buhârî, Tevhîd, 15)
Bundan dolayı bütün peygamberler, ümmet­lerini dâimâ tevbe ve istiğfâra dâvet etmişlerdir.
Peygamberler dışında hiçbir insan, beşerî husûsiyetleri itibâriyle mâsum değil­dir; az veya çok günah işlemekle karşı karşıyadır. Bundan dolayı, Kur'ân-ı Kerîm'de günahlardan arınmanın bir ifâdesi olan “Tevbe” isminde müstakil bir sûre mevcuttur. “Tevbe” kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de seksen küsur yerde geçer. Yine Allâh Teâlâ'nın günahları bağışlayacağını ifâde eden yüzlerce kelimenin yanısıra özellikle “Gafûr” ism-i şerîfi doksan iki defâ, “Gaffâr” ism-i şerîfi beş yerde tekrarlanmakta, “Gâfir” ism-i şerîf de bir defa zikredilmektedir. Bütün bunlar tevbenin ehemmiyetini ve Cenâb-ı Hak tarafından kabul edileceğini göstermekle birlikte kulları tevbe ve istiğfara teşvîk etmektedir.
Kulun, günâhının hattâ gafletinin suç olduğunu bilmesi bir irfân, Rabbinden af dilemesi de bir vicdân borcudur. Günâhın bir suç olduğunu bilememe ve ondan dönmenin lüzûmunu idrâk edememe gafleti, -Allâh muhâfaza buyursun- kalbin iflâsı ve cehennem yolculuğunun alâmetidir. Allâh Teâlâ böyleleri hakkında şu acıklı tehditte bulunmaktadır:
“...Kim ki tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir!” (el-Hucurât, 11)